Kartonpiyer

Türk ekonomisi ve Türk Yapı Sektörü ilişkisi

Siyasetle iktisat arasında bir ilişki vardır. İstikrarlı bir ekonomi için istikrarlı bir siyaset gereklidir, yani ne kadar az siyasi çalkantı olursa o kadar az iktisadi çalkantı olur. Ama iktisadi çalkantının siyasi çalkantıdan farklı sebepleri de vardır. Biz şimdi yalnızca siyasi çalkantılardan doğan iktisadi çalkantılar açısından konuşuyoruz. Siyasi istikrar dediğimiz de “çarşaf gibi deniz”e benzemez, dalgalanmaların düşük olduğu bir durumdur. Demokratikleşme siyasi istikrarın bir tür sağlayıcısıdır. Konuya ampirik olarak yaklaşırsak demokrasisi oturmuş ülkelerde siyasi istikrar ve dolayısıyla ekonomik istikrarın olduğunu görürüz. Demek ki demokrasi ile siyasi iktidar arasında da bir tür ilişki var. Bugün Türkiye’de de demokratikleşmenin arttığı kesin. Toplumun bütün kesimleriyle birlikte dış dinamikler de Türkiye’de demokratikleşmeyi dayatıyor, elbette bunu kötü anlamda değil de iyi anlamda ele almak gerekli… Zaten Türkiye’de 1923’ten sonra iki defa çok partili bir demokratik rejime geçiş denenmiştir. İkisinde de sorun çıkmıştır ama bu, o dönemlerde dünya konjonktürünün de elverişli olmamasından kaynaklanmıştır. Bütün dünyada -buna batı ülkeleri de dahil olmak üzere- demokrasinin çok az ülkede olduğu, Nazizmin, Faşizmin tırmandığı bir dönemden bahsediyoruz. Bu dönemde Almanya’da Nazizm, İtalya’da Faşizm, İspanya’da Franco rejimi, Sovyetler Birliği’nde komünizme dayanan bir Stalin diktatoryası vb. egemen. Ortadoğu zaten diktatörlükle idare ediliyor, Uzakdoğu’da, Japonya’da, Çin’de militarist bir diktatorya.Yani bütün dünyada demokrasinin çok az ülkede olduğu bir dönemden bahsediyoruz. Hatta buna Batı ülkeleri de dahil. Türkiye’de de demokratikleşmenin köklenememesinin bir nedeni budur. Bir de buna 1929’da başlayıp 1939’a kadar süren Dünya iktisadi buhranını da eklersek demokratikleşmeden söz etmek iyice zorlaşıyor. Dış sebepler bunu zorlaştırıyor.

Her çözüm zaman ister ama zaman kendiliğinden çözüm getirmez. Öyle olsaydı dünyada hiç gelişmemiş devlet kalmazdı. Onu şöyle bir örnekle basitleştirebiliriz; patates haşlamak isterseniz su dolu bir tencereye patatesleri koyar, kapağı kapatır ve patates kaç dakikada haşlanır sorusunu sorarsınız. Diyelim ki yarım saatte. Ama ocağı açmamışsanız o patates değil yarım saat, yarım gün geçse haşlanmaz. Demek ki toplumları ileri götüren süreçlerin bir süresi vardır ancak bizatihi sürecin geçmesi sürecin tamamlandığını işaret etmez. Nitekim hala Taş Devri yaşamı süren kabileler var. Yani gelişme kendiliğinden gelmiyor. Kısacası Türkiye’de, 1923 ile başlayan devrimci hareket kırsala kadar yayılamadığı için iktisadi gelişmeyle birlikte kırdan kente göçenlerle de devrimci hareket sürdürülememiştir. Türkiye’de siyasi çalkantı dediğiniz aslında 27 Mayıs 1960 darbesini, 12 Mart 1970’i ve 12 Eylül 1980’i, bundan başka aslında gerçekten var mı yok mu, tartışmaya açık olan 28 Şubat 1997’yi kastediyorsunuz. Bu son olay oldukça sulandırılmış bir durumdu. Baktığımızda en siyasi müdahale 27 Mayıs 1960’tır. 1970’in siyasi dozu daha azdır. 1980’in siyasi dozu daha da azdır. Hatta 1980 müdahalesi Komünizme karşı bir tutum, bir asayiş müdahalesidir. Baktığımızda 1980’den beri askeri bir müdahaleden söz etmek olanaksızdır. Ve gittikçe siyasi dozu azalan olaylardır. Artık Türkiye’de askeri müdahaleler demode olmaya başladı, zaten kendi içindeki gücünü de yitirdi. Çünkü demokratikleşme güç kaybı getirdiği için silahlı güç de erozyona uğradı. Zaten 1960 olaylarının arkasında da İsmet paşa vardı, o da bugün olmadığı için bu tür durumlar yaşanmıyor.

Kaldı ki Türkiye’nin kendine özgü bir sorunu daha var: Cumhuriyet devrimci bir rejimdir, evrimci değildir. Halkın kendi kendine elde edeceği, yaratabileceği, üretebileceği bir gelişmişlik yerine tepeden inme diyebileceğimiz bir devrimci anlayışın egemen olduğu bir rejimdir. Demokrasiyle yani evrimsel gelişmeyle bu devrimci tutumun çelişik olduğu mantıken ortada. Demokrasinin devrimle sürdürülebileceği düşünülmüştür, umulmuştur. Kısa bir süre sonra demokrasiye zorlamaya gerek kalmaz, iki kuşak yetişirse, sonraki kuşakların oluşturacağı toplum tarafından kendiliğinden benimsenir. Atatürk, Cumhuriyeti gençliğe emanet ederken ummuştur ki o sırada yetişen genç kuşaklar Cumhuriyeti doğuştan benimserlerse ondan sonra onları zorla Cumhuriyet’in savunucusu yapmaya gerek yoktur, bir süre sonra devrimler kök salar. Örneğin her on yıla ya da her yirmi yıla bir nesil dersek, iki ya da üç nesil sonra Cumhuriyet kendi evlatlarını yetiştirmiş olur. Fakat burada önemli bir eksiği görmek gerek; Cumhuriyet’in devrimci kuşakları 1950’ye kadar nüfusun yalnızca %25’ini oluşturur. Bunlar da kentlerde yetiştirilebilmiştir. % 75’in yaşadığı kırsal kesime Cumhuriyet’in yeteri kadar benimsetildiği iddia edilemez. Oysa demokratik hareket kırsalı kente taşır. Her ne kadar kentlerde iki ya da üç Cumhuriyet kuşağı yetiştirilmiş olmasına karşın geleneksel olarak tutucu olan, kendi eski tarihi değerlerine bağlı olan kır kökenli insanların şehre gelmesiyle birlikte Cumhuriyetçiler azınlığa düşmüştür. Bu da işte Türkiye’de demokrasinin yerleşmesinde bir takım arızalar yaratmıştır. Çünkü demokratikleşme artık daha önemli bir değer olduğu için devrim mi demokrasi mi dendiğinde demokrasi tercih edilmiştir. O zaman da devrimler geride kalmıştır.

Yani Türk siyaseti devrimlerden bir miktar vazgeçerek, demokrasiye ağırlık vererek istikrara kavuşmuştur. Bu da doğal olarak ekonomik gelişmeyi etkilemiştir. Ekonomi şimdi daha rahat yürüyebilecek duruma gelmiştir. Elbette bunda dış dinamikleri göz ardı etmemek gerekir. Zaten küreselleşme denilen olgu da bir ülkenin iç dinamiklerinden daha çok dış dinamiklerin yani bir Avrupa Birliği’nin Amerika Birleşik Devletleri’nin, Dünya Gümrük Birliği’nin, IMF’nin, Dünya Bankası’nın hatta bir Davos Toplantısı’nın bile o ülkeyi, etkilediği ortam demektir.

Türk ekonomisi 1999 depreminin, 2001 krizinin etkilerinden 2002 yılında sıyrılmaya başladı. Türk Yapı Sektörü’nün toplanması % 21,4 büyümeyle 2005 yılını buldu. Aradaki faz farkı ve etkenleri hakkında ne söyleyebilirsiniz, bu fark nasıl açıklanabilir?

Bu, tümüyle iktisat kuramının öngördüğü bir şeydir. Toplumun tüketim alışkanlıkları açısından büyüme dalgaları iç içe sinüs eğrileri çizer. Bu dalgalanan çizgilerden en az dalga yüksekliği olan temel tüketim ve gıda sektörüdür, onun üzerinde bir dalgalanmayı giyim kuşam sektörü çizer, dayanıklı tüketim malları onun bir üzerindedir, otomotiv bir üsttedir ve bu eğrilerin en üstünde, en fazla dalga yüksekliğinde “yapı” bulunur. Bir başka deyişle ekmek satışları krizlerde azalmaz ya da çok az azalır, bu nedenle alım miktarı pek değişmez. Çünkü en kısa sürede tüketilendir. Oysa yapı en dayanıklı olandır. Yani bir bina 40 yıl dayanır, dolayısıyla kullanım süresi uzun olanların dalga yüksekliği de yüksek olur. Yapı sektörü de daha büyük dalga boyu vermiştir ve daha geriden gidecektir. Ama çöktüğü zaman da toparlanması zaman alacaktır. 2002’de ekonomi toparlanmıştır. Ama yapı sektörünün toparlanması 2004’ü-2005’i bulmuştur.

Şu an Yapı Sektörü 2002’lerdeki ekonomik toparlanmayı izleyen bir seyirde, yükselme hareketi çok önceden başladı, bunun üzerine yeniden enerji yüklemesek bile kendi üzerindeki enerji onu döndürecektir. Bunun anlamı şu; başlanmış inşaatlar bitirilmeye çalışılacaktır. % 80’i tamamlanmış bir binanın % 20’si için para bulunacak ve o bitirilecektir. Yani yapı sektörü belli bir süre daha milli gelir hızından daha yüksek bir hızda büyümesini sürdürecektir.

Ancak burada neyi ölçü olarak alacağımız çok önemlidir. Sektörün büyümesini değerlendirirken ölçüt olarak yeni yapı ruhsatlarına mı bakacağız yoksa biten yapı kullanım izinlerini mi ele alacağız? Çünkü yeni yapı ruhsatlarının alımına göre bakarsak yavaşlamanın daha çabuk geldiğini oysa kullanma izninden bakarsak daha yavaş geldiğini görürüz. İlk yapı izinleri daha çabuk, kullanım izinleriyse daha geç etkilenir. Çünkü başlanmış iş bir biçimde bitirilir. Buna akordeon hareketi denir.

Doğu Avrupa Yapı Sektörü’nün büyüme hızı % 7’lerde; Batı Avrupa’nınkiyse % 3,8 dolaylarında. Önümüzdeki dönemde Türk Yapı Sektörü’nün hangisine yaklaşacağını ve bu durumdan ekonomimizin nasıl etkileneceğini düşünüyorsunuz?

Buradaki büyümeler bir envanter eğrisi üzerinde izlenebilir. Aslında söz konusu bu büyüme hızlarının arkasında bir stok inşası söz konusudur. Şimdi Türkiye’nin bir yapı stokuna gereksinimi var. X eksenine zaman Y eksenine de yüzde olarak doyma diyelim ve bir envanter eğrisi çizelim. Şimdi doymuş piyasalarda tanjant küçüktür. Yani büyüme hızı küçük olur. Nüfusu artmayan, altyapı yatırımları tamamlanmış, binaların eskimesinin yavaş olduğu, imar durumlarının sık sık değişmediği bir ülkede yeni inşaat kendiliğinden yavaşlıyor. Bu Batı Avrupa için geçerli bir durum. Oysa Doğu Avrupa ve Türkiye’de henüz yeteri kadar stok yok. Öncelikle herkesin başını sokabileceği doğru düzgün bir eve gereksinimi var. Herkes bir yerlerde oturuyor ama kötü yerlerde oturuyor. İnsanların oturdukları binaları değiştirme arzuları var. Kısacası kaliteli yapı stoğuna bir talep var.

İkinci Dünya Savaşı’nın ardından Rusya ve Doğu Bloğu olarak adlandırılan ülkelerde oldukça kötü kalitede binalar inşa edildi. Hem sunduğu yaşam şartları olarak hem de yapı ve altyapı inşaat kalitesi anlamında kötü yapılar yapıldı. Savaş sonrasında insanların barınma gereksinimlerinin ivedilikle karşılanması; Doğu Avrupa savaştan oldukça çok zarar gördüğü için yapılanması gerekiyordu. Bu anlamda zaman ölçütü de önemli olduğundan prefabrikasyona gidildi. Ancak bu prefabrike yapı sistemleri öncüldü ve kötü kalitedeydi. 1970’lerden başlayarak Bulgaristan’a, Romanya’ya ve Rusya’ya yaptığım ziyaretlerde bu binaları gözlemledim. Belki onlar gecekondu yapmadılar ama yapım sisteminden, tesisat döşemine, mekan kurgusundan insanın yaşayabileceği alan yaratmaya dek kötü binalar inşa ettiler. Kişi başına 9 metrekare kuru mekân ve ortak kullanılacak ıslak mekânlardan oluşuyordu bu binalar. Örneğin 3 kişilik bir aile toplam 27 metrekare alanda yaşıyor ve tuvalet, mutfak gereksinimlerini her katta yer alan ortak mekânlardan karşılıyordu. Kısacası bu yapıların hepsi bugün yıkılıp yeniden yapılacak bir potansiyel, yapı stoğu oluşturuyor. Buralarda, işte bahsettiğimiz bu büyüme hızını etkileyen bir yapı yenileme piyasası hatta yık-yap piyasası olabilir. Hele hele bir de örneğin Türkiye’de deprem yönetmeliklerinin de değiştiğini düşünürsek o zaman yıkmanın bir de bilimsel gerekçesi ortaya çıkıyor kendiliğinden.

Şimdi böyle bir stok inşası konusu varken elbette Doğu Avrupa yapı sektöründe büyüme hızı Batı Avrupa’nınkinden daha hızlı olacaktır. Dayanıklı mallarda -ki yapı en dayanıklı, alt yapı ondan da dayanıklıdır- talep iki bileşenlidir. Biri “yeni gereksinim” ötekisiyse “değiştirme gereksinimi”dir. Nüfus arttığı sürece yeni gereksinim olur. Bir de mallar kötüyse değiştirme gereksinimi vardır. Şimdi Batı Avrupa’da “yeni” pratik olarak sıfır. Ancak orada da olanaklar arttıkça yazlık ev gereksinimi doğuyor, sektör böylece ilerliyor. Kısacası Türkiye, yüksek oranda her iki tür talebi de barındırdığından Türk Yapı Sektörü büyüme eğrisi Doğu Avrupa’nınkiyle benzerlik gösterecektir.

Türk Yapı Malzemesi Sektörü çok ihracatçı bir sektör. Seramik fabrikaları satın alıyor, yurtdışına yatırım yapıyor, mermer ihracatı yapıyor… TL değerliyken süregiden ihracat, önümüzdeki dönemde TL değer kaybetmeye başlarsa, bundan nasıl etkilenir?

Sorunuzun doğrudan yanıtı, TL değerini yitirdiğinde ihracatın daha fazla artacağıdır. Çünkü TL’nin değerli olması aslında bir engel. Engeli kaldırırsak ne olur? Daha fazla satış yapılır.

Yapı malzemeleri üreticilerinin batıya ihraç etme konusunu ele aldığımızda, özellikle seramik üretimine baktığımızda, bunların aslında düşük teknolojili işler olduğunu; hem kilo fiyatının düşük, hem de üretimleri sırasında (örneğin çimento üretiminde) yüksek enerjiye gereksinim duyulduğunu, üretimde kullanılan makinelerin de dışarıdan geldiğini görüyoruz. Aslında bütün bu etkenlerle satılan malın katma değer kısmı düşüyor, kâr payı azalıyor. İşte bu nedenle ileri toplumlar yani hi-tech olarak adlandırabileceğimiz toplumlar kilo fiyatı düşük malların üretiminden çıkıyorlar. Buna karşın üretim yapmak ve ihraç etmek güzel bir şey, özellikle yıllarca seramik ithalatçısı bir ülke olduğumuz, şimdi ihracatta üst sıralarda yer aldığımız ve hatta yurtdışında bu alanlarda yatırım yaptığımız düşünülürse… Bunlar gurur verici şeylerdir.

Bugün küreselleşmeyle her şeyin ticareti yapılıyor. Çünkü müşterinin gereksinimleri çok tiptedir, üretimin ekonomisi de az tiptedir. Benim bu konuyu özetleyen bir sloganım var: “Ürün tekse pazar çok olmalıdır. Pazar tekse ürün çok olmalıdır.” Türkiye’ye çok ürün geliyor ama üretim bu kadar çok çeşitlenemez, ekonomik olmaz. O zaman üretici yani Türkiye ne yapacak? Belli bir tipten çok fazla üretecek ve onu ihraç edecek. Bu işin mantığında, genelde bütün dünyada, küreselleşmenin getirisiyle birlikte ihracat milli gelirden daha fazla artar.

Burada ekonominin temeline kısaca göz atıp bu söylediklerimizi açalım: Milli gelir, cirolar toplamı değil katma değerler toplamıdır. Yani bir ülkenin ihracatı milli gelirinin iki katı olabilir. Biz ihracat deyince onu milli gelirin bileşeni, bir unsuru (komponenti) gibi düşünüyoruz oysa öyle değildir. Örneğin Singapur milli gelirinin %160’ı kadar ihracat yapan bir ülkedir. Türkiye’de de ihracat yılda %20 artar. Öte yandan ithalat da %20 artar. Milli gelirse %5 artar. Çünkü ihracatın içindeki ithalatı çıkarmak gerekir. Bu bütün ülkeler için böyledir. Dolayısıyla dünya ticareti dünya milli gelirinin artışından daha yüksek hızda artmaktadır. Şunu bilelim ki her sektörde ihracat artacaktır. Bu oyunun kuralı böyledir, küreselleşme dış ticareti artırır. Ancak küreselleşme tek başına ne bir gelişme belirtisidir ne de geri kalma belirtisidir.

Eğer bir toplum ürettiğinden fazlasını tüketiyorsa bunun sonucu cari açıktır. Yoksa başka bir şey değildir. Türkiye’nin cari açığının da milli gelire oranı %7,5’tur. Demek ki her halükarda %92,5’unu üretiyoruz. Ancak yine de bu açık açısından dünyada birinciyiz. Öte yandan bu kötü durum içinde bile tükettiğimizin %92,5’unu yine kendimiz üretiyoruz. İşte bu yüzdeyi artırırsak daha istikrarlı oluruz. Türk Yapı Sektöründe ya da Türk ekonomisinde sürdürülebilir büyümenin sağlanması için öncelikle cari açığın sıfırlanması gereklidir. Ancak cari açığı kaparsa sürdürülebilirlik yakalanır.

Tutulu kredilendirme (Mortgage) sistemi Türkiye’deki konut açığını karşılamak için ne kadar uygun? Konut açığının daha yoğunluklu olarak alım gücü düşük, orta gelirli kesim olduğu göz önünde bulundurulursa mortgage nasıl bu sorunu çözer?

Mortgage ipotek demektir, ipotek de Türkçe bir sözcük değildir. Hypotheken-Bank, Almanların ipotek bankasıdır. Türkiye’nin ilk ipotek bankalarıysa aslında Yapı Kredi Bankası ile Emlak Kredi Bankası’dır. Yani Türkiye zamanında mortgage bankalarını kurmuştur: “Leyleğin gagasında torba içinde ev gelir”. Mortgage aslında bir finansman modeli değildir, bir vergi düzenlemesidir. Devlet belirli tarzlarda yapılan kontratlarda vergi avantajı sağlar. Yani mortgage ile kastedilen şeyin esası bazı faizlerin kişinin gelir vergisi matrahından düşülmesidir.

Gelelim işin finansman kısmına. Benim bir sloganım vardır; “Ev kirasız, para faizsiz olmaz”. Öyleyse ne olması gerek? Aldığımız kredilerin faizlerinin evin kirasından düşük olması gerek ki borçla kendime ev alayım, kira kadar tasarruf edeyim. Ondan daha az faiz ödeyeyim. Borçlanmanın mantığı budur.

Aslında bankaların ev almak isteyenlere kredi vermesi denen olay, tasarruf sahiplerinin faiz geliri elde etmek için bankaya yatırdığı paraları, işlesin de faiz kazansın diye gereksinim sahiplerine ödünç vermesidir. Kısaca bankalar, Ali’nin külâhını, Veli’ye giydirip, aradan komisyon alır. Ancak bu işlemde Aliler ile Veliler, birbirini tanımaz. Onlar bankayı bilir. Veliler, külâhları zamanında geri veremezse Aliler, külâhlarını (yatırdıkları paralarını) bankadan ister.

Mortgage sisteminin doğru işleyebilmesi için; tasarruf sahiplerinin almak istedikleri faizlerin ödünç alanların ödedikleri faizle tutarlı olması gereklidir. Burada fiyatı belirleyen alıcıdır, fiyatı satıcı belirlemez. Satıyorum; beş milyon dolar! Varsa alıcıda beş milyon dolar, onun fiyatı beş milyon dolardır. Yoksa değildir.

Ödünç alanın da hesabı nedir? Faiz kiradan küçük olmalıdır. Şimdi Türkiye’deki sıkıntı enflasyon ve devalüasyon riski dolayısıyla Türk Lirası reel faizlerinin yüksek olmasından ileri geliyor. Bu nedenle insanlar yeni kombinasyonlara gidiyorlar ya da önce para biriktiriyor, evi sonra satın alıyor. Yani kendi tasarrufuyla finanse ediyor. Oysa modern toplumda başkasının tasarrufuyla da kişilerin borca girerek mülk edinmesi gereklidir. Kısacası mortgage sisteminin emlak piyasasını canlandırması için reel faizlerin düşmesi gereklidir. Vergi konusu da zaten devletin mortgage yasasında vardır.

Türkiye ekonomisi İstanbul’a ve Marmara’ya yatırım yapıyor. Merkez Bankası ve finans sektörünün Ataşehir’e taşınması için plan tadilatı yapılması, yoğunluk artırılması, ulaşıma ayrılan bütçenin çoğunun İstanbul ve çevresi raylı taşımaya, İzmit bağlantılı otoyollara ve köprülere harcanması, konut yatırımlarının İstanbul’da yoğunlaşması, yabancı sermayenin yatırım yapması bu çerçevede sayılabilir. Ancak İstanbul ve çevresini etkileyecek bir deprem bekleniyor ve deprem konusunda gerçek anlamda bir önlem alındığı da söylenemez. İstanbul ve çevresindeki yoğunlaşmayı, ekonomik açıdan nasıl değerlendiriyorsunuz?

Sorunuzu şöyle yanıtlayayım. Bir kere deprem konusunu buradan ayrı değerlendirelim. Çünkü bu bir mühendislik konusu. Elbette gidip fayın üzerine yerleşmeye gerek yok, çözülemez değil ancak ekonomik olmaz, pahalı bir yatırım olur. Şimdi İstanbul’u ele aldığımızda birkaç sorunla karşılıyoruz. Öncelikle finans merkezi olma konusuna değinirsek bu fikrin Turgut Özal dönemine dek uzandığını biliyoruz. İnsanların İstanbul’a gelmek istemelerinin nedeni cazip bir oturma yeri olmasından doğan doğal bir şey. Bu kadar basit. Ancak bir başka neden daha var; özellikle AKP hükümetinde ve ondan önceki Özal hükümetinde bir “Cumhuriyet sevmezlik” var. Ankara onlara “Cumhuriyet”i çağrıştırıyor, onlar için Cumhuriyet’i simgeliyor. Ankara onları basıyor, buradan kaçmak istiyorlar. Belki bundan sonra gündeme gelecek proje İstanbul’da Meclis kurulmasıdır. Başkenti taşıma konusuysa bir on yıl sonra gelebilir.

İstanbul’un büyük şehir olmasının ekonomik boyutunu biraz daha açalım. Büyük şehir ekonomisini kendisi yaratır. Kendi yarattığı ekonomi ile de kendi büyümesini haklı kılar. Aslında bu bir girdap gibidir. Döndükçe döner, debelendikçe batar gibi. Kendi haline bırakırsak İstanbul’un nüfusu 50 milyon olabilir. Şimdi 67 milyon nüfusun yaklaşık 16 milyonu İstanbul’da yaşıyor. Dünyada da buna benzer şehirler var; Tahran, Mexico City, Karaçi, Kahire, Rio de Janeiro vb. Ancak İstanbul’u daha fazla büyütmemek gereklidir. İstanbul’u büyütmemenin alternatifi Anadolu merkezinde şehir büyütmek değildir; İstanbul’un alternatifi ancak deniz kıyısında başka bir şehirdir. Çünkü küreselleşme nakliye demektir. Küresel ekonomi denize yakın olmanın avantaj sağladığı bir ekonomidir. En ucuz nakliye de deniz nakliyesidir. Kara nakliyesi çok pahalıdır. Avrupa’nın içi, baştan aşağıya üzerinde düzenli nakliyat yapılabilen nehirlerle doludur. Coğrafyası düz olduğu için Avrupa’da demiryolu ucuzdur. Bizimse düzenli su yollarımız yok, coğrafyamız engebeli olduğundan çoğu yerde demiryolunu reddeden bir yapıya sahip.

Çankırı’yı büyütmemizin bir âlemi yok ancak Çanakkale’yi, Samsun’u, Zonguldak’ı büyütebiliriz. Türkiye’nin en güzel sahili olan Ege Bölgesi boş. Her sahili plaj kabul etmek gibi tuhaf bir yaklaşımımız var. Çanakkale’yi geçtikten sonra Yunanistan’a kadar olan sahil hala anlaşılmayan sebeplerden dolayı askeri bölgedir. Kısacası planlamanın öngöreceği biçimde İstanbul gibi büyük sahil şehirleri oluşturmalıyız. Hatta denizi doldurarak o bölgede yapılacak planlamaya uygun geometride, yapay oluşumda arazi kazanmamız gereklidir. Ekonomik olan, Türkiye’nin ekonomisini destekleyecek olan yaklaşım budur. Dünya çapında ekonomik anlamda rekabet etmek için çok ithalat ve çok ihracat yapmak; bu malları nakledebilmek gereklidir.

Exit mobile version